Dün yerini bugüne, yorgunluk yerini yılgınlığa bıraktı. Bizim cenah kendince haklı nedenlerle üzgün, küskün ve öfkeli.
Kurban(lar) aranacak, strateji en baştan değerlendirilecek, eksikler masaya konacak. Sürecin başından bu yana 7/24 emek verenin de, yalnızca bir telefon açıp arkadaşını ikna edenin de hakkıdır bu. Ama doğru, ama yanlış... Aksi halde seçmenliği yurttaşlığa tercih eden düzen siyasetinin oyun sahasında buluverirsiniz kendinizi. İnsanlar öfkesini kusacak ve eleştirecek, bundan daha doğal ne var? Konu siyaset ise kutsal kişi/taktik/strateji yoktur. Sebeplerle sonuçlar arasında üretim ilişkilerini, toplumsal üst yapıyı, neoliberalizmin ülkemizdeki ve dünyadaki konumlanışını bir arada içeren, belirleyen süreçler vardır. Vardır ama, başka şeyler de vardır elbette...
Bence ilk elden söylenebilecekler arasında Kemal Kılıçdaroğlu'nun Türkiye'den yola çıkarak faşizm kuramcılarına yazdıklarını sildirmeyi amaçladığı ancak sonuçta başarısız olduğu bir tez var. Kılıçdaroğlu, "Vatandaşların demokratik yollarla bir ülkede diktatörlüğe son vereceğini" öne sürdü. Açıkça görülüyor ki bu tezin ya nesnesi (Saray Rejimi bildiğimiz anlamda bir diktatörlük müdür?) ya da önermesi (Böyle bir son mümkün müdür?) sorunludur. Buna ilişkin değerlendirmeler yazının kapsamını büyük ölçüde aşacağından, bir cümle ile değinip bırakıyorum.
Öte yandan çuvaldızı değil iğneyi kendimize batırmamız gereken yerler vardır. Yukarıdaki tezi kaale alalım ya da almayalım, Erdoğan'ın koltuğunda oturduğu bir Saray tarafından yönetilen Türkiye'de hiçbir konuda olmadığı gibi seçimlerde de adalet beklemiyorduk. 40 kanalda ortak RTE yayını, montaj videolar, şantaj kasetleri, iftiralar... Hangisi şaşırtıcıydı, beklenmedikti, boşluğumuza geldi? Solun siyaset okumasında bunlardan ziyade sorunlu olan, aramızın ideolojik ve siyasal anlamda git gide açıldığı en yoksul kesimlerin iktidarla kurduğu karşılıklı ilişkinin hüviyetini doğru tespit edememek olabilir mesela. Aksi halde "Artık ne halleri varsa görsünler, açlıktan ölsünler benim zaten tuzum kuru" algısı bizim tarafta böyle büyük bir ilgiyle karşılanmazdı. Ha bir de şu var: Erdoğan'ı vatandaşlık verilen Araplar falan değil, dün Cumhurbaşkanını seçmek için sandığa giden halkımızın yarısından biraz daha fazlası yeniden iktidara taşıdı.
Türkiye siyasetinin düzen muhalefetinin de marifetleriyle içine sıkıştırıldığı bir varsayımdan solun acilen kurtulma ihtiyacı vardır ayrıca. Solun içerisinde henüz çok güçlü olmasa da ciddi bir tehlike olarak beliren, "Bizim %50'miz, onların %50'si" dikotomisinden söz ediyorum... Biz bilimsel sosyalistler açısından "onların %50'si" diye bir şey yoktur, hiç de olmamıştır. Türkiye toplumu, diğer tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi %1'e %99 olarak ikiye bölünmüştür. Bugüne kadar her seçimde onlarca kez farklı pasta dilimlerinde dağılım gösteren yurttaşlarımız 100 yıldır istisnasız her gün, her saat yaşamlarını %1'e karşı %99 prensibine göre sürdürürler. Bu gerçek, sınıfçılık oynarken sarf etmeyi çok sevdiğimiz bir tekerleme olmaktan çıkıp bizim tarafımızdan toplumsallaştırılabildiği ölçüde Türkiye'nin geleceğine tesir edecektir.
Bir de tabii gerçeği eğip bükmeden, sonuçta başka bir alternatifi gerçek kılamadığımız için negatif anlamıyla da olsa Erdoğan'ı bizim iktidara yeniden taşımış olduğumuz gerçeği var. Erdoğan'a oy vermek onu iktidara taşımanın bir yoludur da, Türkiye'de yaşayan her iki kişiden birini ona oy vermemeye ikna edememek değil midir?
Yazıda yerini bilerek çok dar bıraktım ama tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye'de; 21 yıllık AKP iktidarının tam bağrında sürekli sağa, milliyetçiliğe, neoliberalizmin dipsiz kuyusuna açılan dünyaya meydan okurcasına eşitliğe, kardeşliğe, barışa, bugün sosyalizmin tekeline kaldığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz insanca yaşama onuruna ve değerlerimize EVET mührünü vuran en az 1 milyon kişi var. En az 1 milyon diyoruz çünkü o "cephede" neler yaşandığını yakından biliyoruz, o konuda da mutlaka sözümüzü söyleyeceğiz...
Ben, burada altını çizmek istediklerimden yola çıkarak toplumsal muhalefete veya sosyalist harekete bir reçete önermeyeceğim, kendimi buna yeterli de görmüyorum açıkçası. Ama İslam felsefesinde "tevekkül" diye bir olgu vardır, belki meramımı onunla anlatabilirim.
Buna göre kişi, rızkında ve işlerinde Allah'ı vekîl belirler, tevekkül de "Allah'a güvenmek" anlamındadır zaten. Kendini Allah'a teslim etmek, sana bahşedeceklerine koşulsuz şartsız rıza göstermek manasında. Zaman içerisinde İslam alimleri, tevekkül kavramının Kur-an tefsirlerindeki karşılığına itiraz eder. Gerekçe şudur: Tevekkülü kişinin kendi çabası olmaksızın Allah'a teslim olmak şeklinde yorumlarsanız, imanı ve ibadeti dışlar, mutlak bir kaderciliğin önünü açarsınız. Derslerine çalışmayan bir öğrenci, kendisini yalnızca Allah'a teslim ederek, yani dua ederek sınavlarını kazanabilir mi?
Peki sendikalardaki, fabrikalardaki, ofislerdeki, okullardaki örgütlülüğü anlamlı bir düzeye taşıyamadan; insan haklarının ve hak arama mekanizmalarının önündeki engelleri kollektif bir eylem yoluyla ortadan kaldıramadan; yurttaşı kul, köle, tebaa olarak gören bir zihniyetin etkisi altındaki insanları üstenci bir kibire eşlik eden "kurtarıcı pozları" yerine anlayışla değiştirip dönüştürmeye çalışmadan bu düzenden kurtuluş olur mu?
Orada kurtuluştan ziyade telefon yoluyla gerçekleştirilen "anket sonuçları", birisi aday olsun ya da olamasın diye oynanan masa başı oyunları, Aziz Nesin'in ünlü bir sözü ve asgari ücretle zor geçinen insanlarımızın zafer konvoylarına evlerimizden eşlik eden göz yaşları vardır.
Gerçekler acıdır ama acı öğreticidir. Politikleşmemiş umut, hayalciliktir. Hayalcilik yapmadan hayal kuracağız, gerçekçi olacağız, yüzleşeceğiz ve değiştireceğiz.
Önce iman, ardından ibadet, en sonunda tevekkül...
コメント