Geçtiğimiz genel ve yerel seçimlerden geriye pek çok ders kaldığı kuşkusuz. Beklenen ve anket verileriyle desteklenen Erdoğan yenilgisinin gerçekleşmemesi, Yeniden Refah Partisi’nin ve Zafer Partisi’nin yükselişi, 31 Mart’ta Türkiye siyasetini kontrpiyede bırakan bir CHP zaferi ve tüm bunların arasında bu yazı açısından daha özel bir konuma sahip olan Türkiye İşçi Partisi “meselesi”…
Başkanlık sisteminin tüm yetki ve olanaklarla ülkedeki muhalefeti zapturapt altına aldığı ve hatta muhalefet yapma pratiklerini dahi “yerli ve millileştirdiği” bir atmosferde 1 milyon insanın sandıkta desteğini alan bir sosyalist partiden söz ediyoruz. Bu tarihsel olayın nasıl gerçekleştiğini, geriye ne gibi deneyimler bıraktığını ya da hangi yeni kapıları araladığını daha fazla konuşmak, tartışmak gerekir. Bu vesileyle TİP’in parlamento performansından, siyasal iletişim tarzından ya da popüler söylemlerinden yola çıkarak bu özgül örneğin dünya siyasetindeki yeri üzerine çeşitli tezler öne sürülebilir.
Ben bu yazıda bunlardan yalnızca biri üzerinde duracak ve tezimi TİP’in tam da 14 Mayıs 2023 seçimlerinde elde ettiği gözle görülür seçim başarısının merkezine yerleştirmeye gayret edeceğim.
TİP’in İnadı: Siyaset
Neoliberalizmin en derin tahribatları yaratabilme gücü, sömürüyü ve yoksulluğu çıplaklaştıran ekonomik yıkıma eşlik eden başarılı bir mistifikasyon sürecini incelikle işlenmiş bir çaresizlik duygusuyla harmanlayabilmesinden geliyor. Tüm ekonomik ve sosyolojik veriler toplumda emekçilerin yaşam standartlarının, psikolojik ve sosyolojik durumlarının kötüleştiğini açıkça gösterirken bu kötüye gidişin sorunları gerçek zeminlerde, gerçek argümanlarla tartışılamıyor. Bu çabanın karşısında kimi zaman devreye giren kimlik-merkezli politik akımlar, kimi zamansa az önce sözünü ettiğimiz çaresizlik duygusu baskın geliyor.
Sol, bu cendereyi kıramadıkça çaresizleşerek gemiyi terk edenlerin dönüp hatıralarına kırgın bir tebessümle baktığı bir ideolojik kimlik olmakla, kimlik politikaları kıskacında sıkışıp kalmak arasında bir yerde salınıp duruyor. Türkiye’de solun, uzun yıllar boyunca insanların benimsediği duygularla ya da o duyguları çağıran hatıralarla eşlenik bir duygu-durum ifadesi olarak işlev görmesi ciddi bir soruna işaret ediyordu. Duygular, çağrışımlar, hatıralar alanına sıkışan bir siyasal pozisyon, siyasal karşılığını da kaybedecektir kuşkusuz.
Bu değerlendirme ışığında Türkiye İşçi Partisi’nin kendi özel başarısına giden yolu solun gerçekçilik ve inandırıcılık krizine dair samimi öz/eleştirisi vesilesiyle açtığını düşünüyorum. Kuruluşundan itibaren solun “gerçekten” siyaset yapması gerektiğini; yani siyasal gündemlere sol-sosyalist ilkeler ya da uzak gelecekte bir ütopik tasavvur penceresinden değil, doğrudan o gündemlerin izdüşümünde yer alan gerçek meseleler üzerinden bakması gerektiğini savunuyordu TİP. Bu nedenle Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel figürleri üzerinde köşe kapmaca oynamayı değil, her birini kendi tarihsel dönemi ve bu hareketin “toplam-değeri” çerçevesinde ele almayı tercih etti. Soldan kendisine yönelen parlamentarizm eleştirilerine cevap üretmeye çalışmak yerine parlamentoda devrimci bir pratik sergilemeye, cevabı sosyalist ilkeler düzleminde değil siyaset alanında üretmeye gayret etti. Yarından bugüne değil, bugünden yarına bakarak konuşma cesaretini gösterdi. Doğrusuyla yanlışıyla, solun gerçek siyaset alanında yeniden yerini alabilmesi için bir bedel ödemeyi göze aldı, tüm sosyalist hareketi bu alana geri çağırdı.
14 Mayıs’ta TİP’in Parolası
14 Mayıs’a giderken ülkede değişim rüzgarları esiyordu. Bu beklentinin neden karşılanmadığı ya da böyle bir beklentinin neden oluştuğu ayrıca konuşulmalı kuşkusuz. Daha da önemlisi bu rüzgarı arkasına alma gayretindeki Kemal Kılıçdaroğlu, CHP ve Altılı Masa; 20 yılı deviren AKP iktidarının ve Cumhurbaşkanlığının nasıl el değiştireceği konusundaki yakıcı soruya cevap üretmek zorundaydı. Bu doğrultuda Kılıçdaroğlu bir “helalleşme” akımı başlattı. En başta Altılı Masa’nın bileşenleri birbiriyle helalleşecek, bu helalleşmenin tüm topluma yayılması hedeflenecekti. Erdoğan’a ve AKP’ye kaybettiklerinde kendilerine nasıl yaklaşılacağına dair bir mesaj içeriği de taşıyordu bu akım.
Sonuçta “helalleşme”, her yanından masumiyet akan ve ışık saçan bir reklam kampanyasıydı. Siyaseti ve kitle iletişimini salt reklamcılık perspektifinden ele alırsanız sonuçlarının ne olabileceğine dair kusursuz bir projeksiyon da sundu bize.
Geleceğin Cumhurbaşkanı ülkenin tarihindeki kara lekeleriyle yüzleşecek, mağdurlarla helalleşecekti; peki ya bu mağdurları mağdur edenlere, ülkenin alnına kara leke çalanlara ne olacaktı? Alevilerle helalleşirken Madımak’ı yakanları cezalandırmayı, Kürtlerle helalleşirken bir daha JİTEM’ler kurulmasın, Beyaz Toros’lar köylerde dolaşmasın diye aktif girişimlerde bulunmayı da kapsıyor muydu? Mağdurlardan helalleşmeye amasız fakatsız destek vermelerinin beklenmesi, onların mağdur konumunu pekiştiren bir tutum değil miydi?
Yanlış anlaşılmak istemem: Kemal Kılıçdaroğlu’nun toplumu barıştırmak, buluşturmak, helalleştirmek konusunda çabasını son derece samimi buldum, buluyorum. Öte yandan sunulan helalleşme vizyonu, salondaki vazoyu kırdığı için annesinden özür dileyen çocuğun yine salonda top oynamak için fırsat kollamasından farklı bir sonuç üretmeyecekti ve üretmedi. Toplumlar özürle değil, pişmanlık ve eylemle helalleşebilir ancak.
Siyasi kamplaşmanın bu tarafında, sınıfsız-sınırsız helalleşme vizyonuna kim itiraz edecekti öyleyse? Türkiye İşçi Partisi, seçimlerin kendisi açısından sihirli cümlesini bu eleştirel değerlendirmenin yardımıyla buldu: “Helalleşmeyeceğiz, hesaplaşacağız!”
Kendisini Cumhur İttifakı’nın bir parçası olarak görmeyen, öte yandan Erdoğan’ın seçimleri kaybetmesi için Kemal Kılıçdaroğlu’na destek veren; ancak ne pahasına olursa olsun sınıfsız, sınırsız, muğlak bir helalleşme projesinin parçası olmak istemeyen yüzbinler 14 Mayıs’ta “1 oy Kılıçdaroğlu’na, 1 oy TİP’e” dedi. Bu cümle, topluma bir seçimliğine önerilmiş gerçek bir sözleşmeydi.
TİP’in siyasette ısrarı, 14 Mayıs seçimlerine doğru belirginleşen tabloda oluşan bu çatlaklar arasında su gibi akıp yolunu bulmasına imkan tanıdı. Önerme topluma açıklandı, köşeleri çizildi ve agresif bir propagandayla anlatıldı. Ana muhalefetin iktidar olacağı düşünülen bir projeksiyonda TİP, yeni ana muhalefet pozisyonunun AKP’ye terk edilemeyeceğini söyleyerek bu yolla dahi kitleselleşme kanallarını zorladı.
14 Mayıs, 31 Mart ve sonrası
Anlatımızda 14 Mayıs’a kadarki süreci birinci, 14 Mayıs-31 Mart arasını ikinci, 31 Mart ve sonrasını ise üçüncü evre olarak kategorize etmeyi manalı buluyorum.
TİP’in 14 Mayıs başarısı, çatlaklar arasında yolunu bulan sızıntının su birikintisine ulaşmasıdır. Elbette tüm bu görece başarıya rağmen büyük siyasette yaşanan yenilgi, “hevesi kursağında bıraktı”. Mayıs yenilgisinin ardından muhalefetin tamamına hakim olan güvensizlik, bıkkınlık ve öfke dalgasından TİP de nasibini aldı.
TİP’in 14 Mayıs parolası, 28 Mayıs’ta yenilginin tescillenmesinin ardından işlevini/önemini yitirmiş gibi görünmektedir. Toplumun Saray Rejimi ile hesaplaşma duygusunun ortadan tamamen kalkıp kalkmadığı ya da o duygunun başka birtakım duygulara dönüşmediği, en azından bu yazının konusu değil. Fakat görünen odur ki öküz ölmüş, ortaklık bozulmuştur. Bugünün konjonktüründe hesaplaşma duygusunun reel siyasette çatlaklar yaratabilmesi pek mümkün görünmüyor.
Yeni Bir Sözleşme İhtiyacı
TİP, “helalleşmeyeceğiz hesaplaşacağız” ifadesini bir tepki hareketine dönüştürürken, bu tepkinin düzen muhalefeti tarafından kapsanamayacağını değerlendirerek ve bu noktada Saray’ı doğrudan karşısına muhatap alarak siyaset ve söylem üretmişti. Siyasetin boşluk tanımayan doğası, boşluğu doldurma görevini bu defa sosyalistlere vermişti.
Saray Rejimi’nin kendisine büyük krediler açtığı bir siyaset ortamında rejimin Türkiye toplumuyla organik uyumsuzluğunu temel alarak ayaklarını yere sağlam basan, emekçilerin duygu-durumunu iyi gözlemleyerek ve o duygulara hitap ederek ortaya konacak sade, anlaşılabilir, taraflaştırıcı bir tek maddelik sözleşmeye ihtiyaç var. Sosyalistlerle geniş emekçi kesimler arasında, karşılıklı güven ve kader ortaklığı hissine dayanan bir sözleşmeye…
Siyasetin özel uğraklarında başvurulan manevralardan yola çıkarak genellemeler yapmak, pek çok örnekte şabloncu çözümlerin üretilmesine ve bir kez denenmiş olanı defaatle denemeyi kafasına koymuş öznelerin yenilgi sarmalına girmesine vesile olmuştur. Ancak bu özel uğrakta TİP’in, gerçek siyasete girme konusundaki cesareti bir yeni sözleşme oluşturmakta da göstermesinde fayda olduğunu düşünüyorum.
Bu tek maddeli sözleşmede üzerinde pakt yapılacak maddenin ne olacağına hem siyaset hem de güncel gelişmeler karar verecek, tıpkı 14 Mayıs’a giden süreçte olduğu gibi (eğer başarılabilecekse) bu sözleşme de toplumun istek ve ihtiyaçlarıyla yoğrularak meydana gelecektir. Dolayısıyla bugünden o maddenin ne olacağına karar vermek pek mümkün gözükmüyor. Ancak en azından burada bu yazıya son verirken gelecekte yapılacak sözleşmenin ipuçlarının; 1- Türkiye halklarında neredeyse içkin bir duygu olan zenginlik ve aşırı zenginleşmeye karşı öfkede, 2- Ülkenin kronik bir sorunu haline gelen etkili muhalefet eksikliğinde bulunabileceğini söyleyebiliriz.
Comments